Şehir yaşanan demde insanın zindanıdır – 2
Dilin canlılığını koruması gereken şehirlerdir, aslında. Köylerde, ilçelerde konuşulan dil, şehre geldikçe biraz zarifleşir, harfler daha yumuşak telaffuz edilir, nezaket ve incelik daha artar. Köylü, ilçeli şehirdeki konuşmaya can kulağı kesilir. Bir şeyleri isteme şekli değişir, istenene ulaşmada kullanılan metot farklılaşır. Araya teşekkür etmeler girer, saygı söz konusudur, büyük-küçük meselesi belirgindir.
Şehirde gündelik hayatta dile ne oldu? İnsan, neden az kelimeyle konuşur, oldu? Bir insanın gündelik hayatta kullandığı kelime sayısının on beş-yirmi kelimeye düşmesi neyin habercisidir? Niçin içimize kapandık ve neden kendi dünyamızda başka sesler işitmekten alıkoymaktayız, kendimizi? Yıl boyunca şehirde kalan, dinlenmek için neden ıssız, sessiz yerleri tatil mekânı olarak seçer? İnsan, insandan neden kaçmaktadır?
Bize şehirlerin taşının ve toprağının altın olduğu benimsetileli, köyden ve ilçeden kaçışın sebebi, neden kaynaklanır? Şehir nüfusu artıkça insanın temel ihtiyaçlarını karşılaması neden güçlüklerle iç içedir?
Şehirler konusunda yüzleri geçen yerleşim alanını ya gezmiş ya bu yerleşim alanları hakkında yazılan birçok kitabı okumuş biri olarak, şehrin neden günümüzde insanın zindanı oluşuna gündelik yaşamdan kesitler vererek, meramımızı anlatırken, belki yazdıklarımıza herkesin bildiği sıradan şeyler gözüyle bakmanız mümkündür. Emin olun, bu kesitlerin içinde yer alan kahramanlar arasındayız, çoğumuz.
Köylüden nefret eden şehirli, köylünün sütünü, yumurtasını, yoğurdunu, peynirini, ekmeğini ısrarla arar, durur. Şehre gelmeye artık can atmayan köylü, köyünde şehirli gibi yaşam sürer. Köylünün milletin efendisi olduğu sözünün doğruluğunu yitirdiği demde üretimin köylerde yerini tüketime bıraktığı hakikatı, bazen suratımıza inen tokat misali, aklımızı başımıza almamıza etki etmemektedir. Köylü ve şehirli ayrımının olmadığı gündelik yaşamda hemen herkesin kızıl elması, şehirde bir ev ve iş ile sınırlı durumdadır. Ev ve iş olunca, her mesele hal olmuştur, başka bir mesele kalmamıştır, açıkçası.
Üretimin nüfusa paralel olmadığı, kazancın şehir hayatına yetmediği, ailelerin zaman içinde çocuklarına yeni ev alma zorunluluğu, dışardan göç sebebiyle istihdamın ucuzladığı, bütçelerin gittikçe açık verdiği ortamda şehir hayatı zindana dönüşmez mi?
Çok kazanmanın fazla tüketim anlayışının eseri olduğunu, insanın şehirde kendince küçük saraylar inşâ ettiğini bilmeyenimiz mi, var? Her evin dayalı-döşeli, hemen hemen her istenenin yer aldığı, ihtiyaç fazlası eşyalarla dolu olduğunu hatırlatsak mı?
Devam edecek…